29 Nisan 2013 Pazartesi



29.04.13
BAHAR TEMİZLİĞİ...

Yazmayan kalemleri.
Sayfası bitmiş defterleri.
Kulpu kırık fincanları.
‘Zayıflayınca giyerim’ kotunu.
Son 5 aydır giymediğiniz kıyafetleri.
Arka balkona tıkıştırdığınız, bir gün yüzünü yenilerim pırıl pırıl olur dediğiniz o sandalyeyi.
Dibi kararmış tencereyi.
Taşındığınız hangi evden kaldığı, hangi kapıyı açtığı artık meçhul olan o anahtarları.
Sırf genç ve güzel çıkmışsınız diye yanınızda o hiç sevmediğiniz tiple poz verdiğiniz fotoğrafı.
Çekmecenin dibindeki müzik kasetlerini (kaset mi kaldı Allah aşkına)
Atın.
Ohh bir ferahlayın bakalım. Tamam mı?
Şimdi ihtimalleri atın.
‘Olacaktı, son anda olmadı’ları atın, olmamış işte.
Takılıp kaldığınız o günü.
Düşünüp durduğunuz o lafı.
Atın.
Küstüğünüz için uzun zamandır görmediklerinizin aklınızda kalan son görüntüsünü.
Alındıklarınızın, gücendiklerinizin hiç umurunda olmayan o ‘olayı’
Atın.
O hiç beceremediğiniz yemeğin tarifini
Kestiğiniz eski gazete küpürünü
İçinizi kemiren o ukteyi
Atın.
Zamanı gelince yiyeceğiniz soğuk intikam yemeğini de dökün.
Soğuk yemeğin hiç tadı olmaz, dışarıdan bir döner söyleyin daha iyi.
Buzdolabının üzerindeki diyet listesini (faturaların altında duruyor)
Depodaki koşu bandını.
Atın.
Cevabı olmayan soruları
Kaçırdığınız fırsatları
Atıldığınız işleri
Beceremediğiniz ilişkileri
Kişisel gelişim kitaplarını
Atın.
Arkanızdan konuşanları.
Önünüzü kapayanları.
Alamadığınız terfiyi
Oturamadığınız evi
‘Şimdiki aklım olsa’ları
Aldığınız en kötü karneyi.
Hatta en iyi karneyi.
Çalışmayan saatleri.
İşe yaramayan fikirleri.
Kaçan trenleri.
Zamansız yaşlandıran dertleri.
‘O gün’ olanları.
Halının altına süpürdüklerinizi.
Dolabın dibine iteklediklerinizi.
Atın.
Bakın, ne güzel güneş çıktı.
Banu Kiremitçi Bozkurt

10 Nisan 2013 Çarşamba

Sevgili annecim,

bu akşam senden ilk ayrılışım. Sanırım ilk saniyeden itibaren yaşadıklarımı ve özellikle hissettiklerimi bilmek isterdin, bende dile geldim.

Aslında sadece küçük bir sarsıntıydı senden ayrılışım, canımın acımış olduğunu sakın düşünme. Ayrılıklar sadece yeni olanların başlangıcı, ayrılığa üzülürsem eğer yeni başlangıcıma da haksızlık yapmış olmaz mıydım? Üzülmüyorum, gerçekten inan bana ben çok iyiyim. Neredeyse kıpırdamak bile zor gelirken,  düşünmeye ve yazmaya oldukça kaliteli zamanlar bile bulabiliyorum, anne.

Senden sonra ne mi yaptım?

Sessiz birkaç kişinin bulunduğu bir odadaydık o kadınla. Nedense!!! (Sanırım dikkat çekmemem için) Üzerim küçük not kağıtlarıyla örtüldü. Uzun bir süre Platon-Devlet kitabı okundu. Cümleler çok tanıdıktı. Adaletin, adaletsizlikten doğduğu haince geçti yine aklımdan, Mısırlıların mumyalama yaparken iç organlarda niye sadece kalbi bıraktıklarını öğrendim. Dışarıdan birşey öğrenilmediğini herşeyin içimizden doğduğuna inandım bende, Sokrates'in Platon'u gibi. Sonra bir adam "Bu cümleler aslında Sokrates'in cümleleri" Platon tarafından toparlanmış dediğinde nereden tanıdık olduklarını hatırladım ... Senin kitaplarından...

Bir ara yine seni gördüm, çok net hatırlamıyorum. Tam o anda neredeyse nefessiz kalmak üzereydim ki beni kurtardın o durumdan ve o bayana bana dikkat etmesi gerektiğini söyledin, nefessiz kalabilirdim. Ve o seni son görüşüm oldu, kapı sessizce kapanmıştı, arkamızı döndüğümüzde...

Yolculuk sanırım tam burada başladı. İlk hatırladığım iki parlak ve kocaman gözü olan bir arabaydı. Ve içinde bayanın eşi, tanıştık. Çok ilgili olmadığını düşünüyorum, biraz kayıtsızdı, belki de o normal bilemedim. Beni o eve, evin çocuğuyla çok iyi anlaşabileceğimizi düşünerek gönderdiğini zaten biliyordum, daha önce bana bunu çok kez anlatmaya çabaladın. -Tabiki anladım seni- sadece anlamamazlığa gelmem en kolay kaçışımdı.  

Ve sonra çok güzel bir şey oldu, evin küçük çocuğu arka koltukta saklanıyormuş. Hanım, beye benden bahsederken sanırım dayanamadı ve çok daha erken, çıktı saklandığı yerden. İlk cümleler ve ilk görünüş çok önemliymiş şimdi daha iyi anlıyorum anne. "Aşkııım sen ne kadar şeker bi'şeysin" diye sevmeye başladı beni. Zaten biliyorken kendimi, o an en güzeliydim onun için... Üzerinde turkuaz rengi eşofmanı olan esmer çocuk beni dünyanın en değerlisi yaptı o anda... Bir an unuttum seni taa ki eve varıncaya kadar... Annesi, annem olarak seni araması gerektiğini söyledi ama o kısaca -hayır- dedi, Kızmadım seni aramak istemeyişine. Sanırım yaşadığı heyecanı ciddi bir konuşmaya değişmek istememişti. Tek ve kısa olacaktı cümle "Teşekkür Ederim". İlk cümleleri rengarenk bir gökyüzü indirmişti zaten minik dünyama.

Bir köpek karşıladı bizi eve vardığımızda, çocuğun etrafında bir kaç tur attı ve bizi eve kadar takip etti. Hani misafir gelir karşılarsın onun gibi, sanırım bu onların günlük seremonileri gibi bi'şey. Ve evin içindeyiz, aile büyükleri de evde. Babaanne benden biraz ürktü, dede ise benim gibi daha nicelerinden söz etti. Her şey güzel gözüküyor ama sanırım tanışmak ve alışmak için biraz zamana ihtiyacımız var.

İstediğim an iletişim araçlarını kullanmakta özgürüm. Bu arada sanırım evin kadını sana söz verdiği Türk Kahvesini hala içemedi ve o saatten beri 1-2-3 diyip yaptığınız bir şeyide hala yapmamış. Bir ara onuda ararsan sevinirim.

Not: Yeni arkadaşımla aynı odayı paylaşıyoruz. Ve isimlerimiz birbirine çok benziyor...


Sağlıcakla ve sevgiyle kal annem...

Yavrun MU

8 Nisan 2013 Pazartesi

Belki Sana Şarapla başlayan bir hikaye yazamadım ama içinde yıllanmaya yetecek kadar geçenini buldum...


Seni seviyorum. Sen de beni sevme.
Bir portakal ağacının hayatı boyunca yetiştirdiği 18.000 portakaldan sonuncusu ol ve C vitamini olarak girdiğin vücuttan büyük bir fikir olarak çık; Esatir-i Yunaniye seni de yazsın.
Benim için… Bir zeytin fidanı dik, zamanla ‘ölmez ağacı’ olur adı; en az 3.000 yıl yaşar ve yaşadığı zaman boyunca da hiç kimseyi öldürmez. 
Benim için bir cümleden ibaret olacağına, işçiliğiyle göz kamaştıran bir ana fikir ol.
Eski balıkçılardan dinlediğin bir efsaneyi hatırla ve suyun altında burun buruna geldiğin bir orfozun gözlerine bakıp “Neden öyle büyük büyük bakıyor?” derken, suyun altında bir denizkızı gördüğü için öyle bakıyor olabileceğini düşün.
Kaz Dağı‘nın eteklerinde sakız reçeli, mor kekik, kuru incir, zeytinyağı, limon kekiği ve adaçayı satarak ailesini geçindiren ve okul masraflarını dahi kendisi çıkartan 12 yaşındaki bir çocuk ol.
Bir çocuk ol ve kafiyelere uyma.
Sigara tütününden deniz atı yap.
Senden daha iri cüsseli bir adamla güreş tut.
Adı “Sefil” olan mutlu bir fil çiz. 
Hava kararsın.
Assos antik kentine, “tarihi eser kaçakçısı” şüphesiyle tutuklanabileceğine aldırmadan, kapıları kapandıktan sonra tel örgülerinin altından sürünerek kaçak gir.
Tüm Athena Tapınağı senin olsun.
Hayatının en güzel manzarasına karşı o gece kırmızı şarap iç; yıldızlar altında Zeus‘a bir dal sigara kurban et.
Bir kitapçıya uğra ve daha önce okuduğun ve sevdiğin ve bu yüzden bir arkadaşına da okusun diye ödünç verdiğin bir kitabı, sana geri dönmeyeceğini bildiğin için yeniden satın al.
Bu kitabı bir başkası istiyorsa da, onun gözlerine baka baka o kitabı ver ona ki alnında kocaman kocaman harflerle ENAYİ yazsın.
Enayi ol çünkü bilgelik enayilikten doğar.
Enayiliğinle gurur duy; şark kurnazları için hayatın kontenjanı hiç dolmaz.
Gecekondularla onur duy.
Çünkü bugün saraylarda oturanların yaşaması için verilen her savaşta, o evlerde yaşayanların dedeleri öldüler. 
Gecekondularla onur duy çünkü gururla gösterilen şu apartmanlar denizinde, gecekonduların bahçelerinde halen en az üç kavak, beş erik ağacı, bir o kadar da sebze meyve ve çiçek sürüsü var. 
Köpeklerininse tasması yok.
Bir köpek ol, Diyojen seni kıskansın.
Doğunun hükümdarlarının kendilerine niçin “Resülullahi ekber” yani “Tanrının yeryüzündeki gölgesi” dedirttiklerini düşün ve sen kendine böyle dedirtmeye çalışsaydın, seni nasıl da taşlayarak öldüreceklerini;
bir cümlenin nasıl da ölümcül bir gücü olabildiğini ve her cümlenin, coğrafyasına ve makamına göre değişen anlamlar içerdiğini.
Sen de beni sevme.
Demine, devranına hû de.
Deniz Ayvazovski olsun, dalgaların boyu birkaç metre olmasına rağmen “Üşürüz” diyen arkadaşlarına baka baka suya gir.
“Hasta olursun” desinler, hasta olmazsın.
Fırtına vakti, dalgaların üzerinden uçuşan kelebeklerden ol.
Ametistler boynunu, dumanlı kuvarslar avuç içlerini öpsün. 
Lapis lazuli taşından bir kolye ucu yap, belki milyon yıl sonra bir arkeolog, senin için “bu insanın Uzak Doğu‘yla bir bağlantısı olabilir” şeklinde yanlış bir tahmin yürütsün.  
Urfa Göbeklitepe‘deki dilek ağacının dibinde hayatının en demli çayını iç; çay sevmiyorsan, hayatında ilk defa mırra tat.
Troya‘nın kayıp heykeli Palladion sen ol ama seni hiç kimse çalmasın.
Kollarını kanatıp da birbirlerinin kanlarını emerek kan kardeş olanların makamını, kardeşlik için yakılan şarkıların meyanını iliklerine kadar hisset.
İspanyolların her “Olé!” deyişlerinde aslında “Allah” diye bağırdıklarını biliyorsan, Real Madrid-Barcelona maçının tam da orta yerinde “oley” çekmek yerine, “Allah belânı versin Christiano Ronaldo” diye bağıran da sen ol;
espirini hiçbir Katalan ya da İspanyol anlamasın.
“Bazıları köle olarak doğar” diyen Aristo‘nun, vasiyetnamesinde “kölesinin serbest bırakılmasını” isteyişindeki o gülünç hikâyeyi düşün;
23 bıçak darbesiyle öldürülen Sezar‘ın ardından, “Sezar’ı sevmediğimden değil, Roma’yı çok sevdiğimden” diye bağıran Brütüs‘ün telâşını.
Beni çok sevme.
Bir kitap yaz, son cümlesi “gök gürültüsü” olsun. Bir albüm çıkartırsan eğer, adı “Erik Ağacı” olsun.
Marsilya kentini kuran bir Foçalı ol; Roma kentini kuran Antandroslu bir Troya kaçağı.
“Omnia mea mecum porto” yazılı bir dövmen olsun; okuduğun o çok sevdiğin kitapta adına en çok üzüldüğün karakterin adını taşıyan bir de teknen;
Epiküros‘u ve tüm bahçe filozoflarını kıskandıracak kadar güzel bir de bahçen.
Şaraplık ve sofralık üzüm, erik, zeytin, iğde, nar, ayva, antepfıstığı, incir, şeftali, satsuma, limon, sakız, buhur yetişsin o yeşile çalan bahçede; o bahçenin orta yerinde de korkuluk diye diktiğin bir faltaşı, bir Priapos heykeli olsun.
Çünkü Priapos‘un kocaman penisi, ölüme meydan okumaktır.
Baharın rüzgârları, bahçenin kokularını karşı adalara taşısın.
Ada halkı senin bahçenin kokuları nedeniyle mis kokan adaları için “Moshos” desinler.
Salatanda roka mutlaka olsun. Bahçenin zeytinlerinden taşbaskıyla elde ettiğin erken hasat zeytinyağına doyur salatayı.
Rakıyı fazlaca kaçırıyorsan, eskilerin “kinara” dedikleri enginar, bahçenden eksik olmasın.
Bir sevgilin olsun ya da olmasın; sen de beni sevme.
Afrika kadar sömürüldükten sonra bile, ben de dahil hiç kimseye borcun olmasın.
Bırak da saçların bugün dağınık kalsın.
Bugün, güzel kalçalar sana da ilham versin.
“Benden ne istersin?” diyen Büyük İskender‘e, “Gölge etme, başka da ihsan istemem” dediği için; İskender‘e “İskender olmasaydım, Diyojen olmak isterdim” dedirten bir fıçı filozofuna dönüşsün ruhun.
Simurg‘u arayan kuşları Kaf Dağı‘nın ardına götüren bir Hüthüt ol; bir şehzadenin başına konmuş güzeller güzeli bir Hümâ; yedi vadili ahir zamanda, kalbur samanda keyif çat ki seni masallardaki tembel ağustos böcekleri bile kıskansın.
Hiç tanışmayacağın ve tanımadığın insanlar, en olmayacak duandan sonra bile gizlice “amin” desinler.
Kristof Kolomb‘un haritalarını ele geçirdiği zaman, Piri Reis‘in gözlerinin nasıl da parladığını hayal et ve gözlerin hep öyle parıldasın.
Sana güleryüzüyle para üstünü uzatan kasiyere, sen bir buçuk defa gülümse.
En az yüz kiloluk bir yayın balığının, o tuhaf bıyıklarıyla, bir Osmanlı beyefendisi gibi sular altında sergüzeşte dalmışken, tavladığı yayın balıklarının yaptığı tatlı nazı düşün.
Achilleus‘un ordularının üzerine yürüyen Skamandros nehri gibi ak.
Titanların savaşına karışma, bırak da ne bok yerlerse yesinler.
Şu yıldızlı gökkubbede, güneşten ve aydan sonra en çok parlayan sen ol;
Afrodit‘ten al adını; sana Venüs yıldızı desinler; çobanlar seni “çoban yıldızı” diye sevsinler, akşamcılar “akşam yıldızı” diye; sabah namazına kalkan hacılarsa “sabah yıldızı”.
Beni sen de sevme.
Düğününü İda‘da yap ama Eris‘i bile davet et.
Gerçek olamıyorsan bile, pek de güzel uydurulmuş bir yalan ol.
Atinalı bir “metiokos” yani bir liman haytası olacaksan da, ellerin ayakların yine de bakımlı olsun.
Bakımlı eller ve ayaklar, fonksiyonelliğe meydan okumaktır.
Orospuysan, işini severek ve hakkını vererek yap; orospuluğun orospusu ol; Perikles‘in karısı Aspasia, İskender‘in anası Olympia dahil tüm ‘heteir‘ler seni kıskansın.
Hepaistos‘tan daha fazla çalış.
Sokrates’ten daha çok düşün.
Tembellik hakkını yine de sen savun.
Yediğin zeytinin çekirdeğini avcuna tükürürken, tufandan sağ kurtulan bir güvercinin onu tükürüp de zeytin ağaçlarını tüm devrana nasıl da peydah ettiğini tasavvur et.
21. yüzyılın Oscar Wilde‘ı sen ol, havandan geçilmesin.
Sırf güzel şiirler yazıyor diye mor kahküllü, bal gülüşlü, arı Sappho olmaya çalışma; bu defa, Lesbos‘lu şair güzelim Sappho‘nun güzeller güzeli manzarası olmaya çalış.
“Üç güzeller yarışması“ndaki altın elmayı, “üretim hatası var” diye Hermes’le Zeus’a geri yolla.
Güzelliğin hükmünü Paris‘e bırakma, güzelliğin hükmünü veren sen ol.
İskenderiyeli Hypatia‘dan daha güzel olmaya çalışacağına, ondan daha bilge olmaya çalış.
Aşk ya da bilgelik uğruna dağları delmene gerek yok; dağlarda birkaç gün geçirmen ve kendini kendine doğru adımlaman kâfi.
Sevdiğinin zannı altında ol, pirinin kalbinde.
Pirin aşığın olsun.
Gökkubben pirin.
Sen de beni sevme; ben seni severim.
Sen bugünlük keyfine bak.
Karnın acıkırsa da hayatında ilk kez meyveleri dalındayken tat.
Tıka basa yemek yeme ama rüyanda şu pırıl pırıl dolunayı kurabiye gibi yediğini gör; deniz seviyesinin 39 kilometre üstündeyken bile dünya senin olsun; Babil Kulesi bile zevke gelip yeniden kurulsun.
Boğaz‘ın suları üç kere çekilip, beş kere kudursun.
Şişmanlıktan çatlıyorsan da heykelini Rubens yontsun.
Bir kedi ol, gezdiğin tüm çatıların kiremitleri çıtır çıtır şarkılar söylesin.
Binlerce yalan uğruna yaşayacağına, seni sen yapan bir tek gerçek uğruna öl.
Fırında yemek yap çünkü fırın mutluluktur.
Masanda canlı çiçekler mutlaka olsun çünkü çiçeğin canlısını sevmek aşk-ı ekberdir.
Paraların ön yüzüne resmini yontacakları kadar ünlü değilsen, Efes paralarındaki arı figürü kadar ünlü ol.
Kızılırmak‘ın antik adı “Alyscamps“ın döne dolaşa nasıl olur da Champs Elysee’nin “Elize“sine evrilebildiğini düşün.
Eğer okumamışsam, bana Sabahattin Ali‘nin Kürk Mantolu Madonna’sını hediye et.
Eğer delirmemişsem, beni delirt.
Zaferlerini zeytin, defne ya da mersin yapraklarıyla yaptığın çelenkleri saçlarının hemen üzerine koyarak kutla; aralarına birkaç ölü arı serpiştir ama arıları öldürme.
Sana deli diyene, sen divaneyim de.
“Lykia Yolu’nu yürüyeceğim” deme, hiç değilse bu yaz, bu defa yürü o yolu.
Oğuz Atay‘ın Tutunamayanlar‘ını artık bitir.
Kitap yazamıyorsan bile, bir kitap yazsaydın, adını ne koyabileceğini düşün ve bir kenara not et; kulübe hoş geleceksin, çünkü artık bir kitap yazmaya başlamış olacaksın.
Sen de beni sevme,
n’olursun…

Hellespont‘un en dar yeri Sestos ve Abydos arasında boğulan Hero ve Leandros için yas tut mesela; Kala-i Sultaniyye sana eşlik eder; görürsün.
Ben muhtemelen aynı yeri yüzerek geçmeye çalışacağım, bir mayıs akşamına doğru.
Beklerim.
Bu dünyanın tüm çatışması ve kederi, rind ile zâhid arasındaki haldedir; şarap tanrısı Dionysos (Bacchus) olamayacağını biliyorsan, adı Bakkahi‘lerden, yani İbbaki‘lerden, yani Zembekikos‘lardan gelen bir rind-i Zeybek ol;
“Evohe!” diye bağır, harmandalına gönlünü ver; zeybeklerin başlarındaki çiçekli yazmaların, aslında, antik dünyadan kalma çiçek çelenkleri olduğunu bil ve zeybekleri sev.
Harmandalını sev.
Harmandalı oynayan zeybeklerin, kollarını her havaya kaldırıp yere çöktüklerinde, aslında, şaraplık üzümleri toplayıp sepetlere koyduklarını ve yeniden ayağa kalktıklarında da o üzümleri şarap olsunlar diye ezerek kendinden geçen Dionysos alaylarına karıştıklarını gör.
“Âteş-i ıskest ke’nder ney fütâd, cûşiş-i ışkest ke’nder mey fütâd”ı ezberlemene gerek yok; anlamını bilmen yeter.
At nalı şeklindeki bir şölen masasının etrafında yaptıkları “aşk” konuşmasına, “Bugün neyi övelim?” diye başladıkları için bile, Platon‘un Şölen isimli diyaloğunu okumayı her dem sürdür.
Platon‘u çok sevme, kıskanırım. 
Biliyorum saçma olacak, ama Miletli Thales, milâttan önce 585 yılının 28 Mayıs‘ında güneş tutulması olacağını önceden hesap etmiş; bunu bilen adam “her şey sudur” diyorsa vardır elbette bir bildiği daha;
madem böyle, bu su metaforunun bir ucundan tut ve suyun altında yıkanıyorken, kendinin de su olduğunu düşün; epey rahatlatıyor.
Duşun altında değil de denizin ortasındaysan, suyun yüzeyine sırt üstü yat ve gökkubbeye bakıyorken boşlukta uçuyor olduğunu düşün; gülümseyeceksin.
Gün gelecek, felsefeyle ileri derecede ilgilenen herkesin “bilge” olmadığını anlayacaksın. 
Kocaman profesörlerin bile birer zavallı olabileceğini.
Sayılara mutlak bir inançla bağlı olan ve bugünkü birçok tarikatın da kökeninin dayandığı Pisagor efendiyi düşün:
Dik kenarları 1 birim olan bir dik üçgenin hipotenüs uzunluğunun rasyonel bir sayı olmadığını kanıtlayan öğrencisi Metanpontumlu Hippasus‘u, sırf bu yüzden bir kaşık suda boğmadı mı?  
Pisagor bir katildi ve filozoflar da dahil her insan, bir kaşık suda boğma heveslisi yaratıklardır.
Fakat bazıları da vardır ki felsefelerinin tutarlılığı uğruna, Empedokles gibi de Etna kraterinin ağzından atarlar kendilerini.
Yanardağların ağzına geldiğin vakit, Empedokles‘i ve bizi düşün.
Arabeskler ve tılsımlar aklının bir köşesindeyken, bana en büyük yazarların ve filozofların gözleriyle bak.
Nebrisler giyindiğin zamanlardaysa en yükseklere kurul; senin makamın için “post nişin” desinler.
En yükseklerdeyken çamurun dibinin parlak olduğunu unutma çünkü makamının yüksekliğine bu yakışır.
Apollon ketumluğunda olduğunda dahi, Dionysos alaylarında saf tut.
Bozkırın yalnızlığına, ormanların kalabalığına aldanma; aslında her ikisi de senin etrafın.
Labrisini toprağa gömsen bile nereye gömdüğünü unutma.
Sen de beni sevme, ben seni severim.
Yeri gelir, sana şiirlerden börekler açarım. Pers topraklarına kadar uzanıp Sohrab‘tan bir iki satır bile okurum; Hayyam efendi bizi kıskanır.
Bakarsın bir akordeon sesi duyulur bir yerlerden.
Ne zaman bir akordeon sesi duysam, durur dinlerim.
Beni durdurmak için akordeon çal.
Sen de beni sevme, ben seni severim.
Günlerden cuma ve ne dediğimi bilmiyorum; zürafalar yine gümbür gümbür bulut yiyor.
Karşına Pindaros‘un evi gibi dikilmezsem de benim adım cihanda sulh değil!
Ne zaman bir gemi görsem, Harar‘a kaçmayı kafasına koyan acemi bir Rimbaud olurum.
Acemi sözcüğünün, “Acem“den gelip gelmediğini de düşünmeden edemem.
Kafamın içinden, üstünde dev balinaların yüzdüğü, kiklopların cirit attığı dev portolon haritalar çizer, riskli rotalar belirlerim.
Portolon sözcüğünün etimolojik kökeninin, Portekizli denizcilerden gelip gelmediği takılır aklıma bu defa.
O gün bir buçuk hayalperestsem eğer, Afrika haritasını fillerin kulağına benzetirim.
Yeri gelir, Kserkes gibi de kabaran denizleri kırbaçlarım.
Yeri gelir, “gibi” olmam, “ta kendisi” olurum;
İthaka‘ya varamayan gemilerin tayfası, cennetten kovulanların elması.
Sen de beni sevme, ben seni severim.
Bu gidişle yemediğim halt kalmaz.
Uçurtmaya “uçutturma” bile derim.
Kara yakılar yakan, bakılar bakan yaşlı bir ’şaman’a dönüşürüm.
Köprücük kemiklerim derinleşir; belimdeki venüs gamzeleri belirginleşir.
Sen de beni sevme, ben seni severim. 
Çünkü sevgide demokratlık diye bir şey yoktur.
Sevme halinde ayar, sevme halinde ölçü yoktur.
Mintarafillah, ortasını bulamadık diye, Aristoteles efendi bize kızar.
Sırf bu yüzden, “Demokrasi” diye diye kıçını yırtan, gözleri döne döne dört dörtlük bir “tiran“a dönüşen o adama seve seve meydan okurum.
“Köle ahlâkı“yla değil de “efendi ahlâkı“yla meydan oku sen de ve bu sistemde senin efendin olmuşların efendisi olmadan da bu hayatı terk etme.
Emin ol ki yapayalnızsın bu savaşta.
Emin ol ki yapayalnızım bu savaşta.
Yalnız savaşında sana başarılar dilerim. 
Yalnız savaşımda kendime başarılar dilerim.
Başarı dileklerim bize mikron mikron güç veriyorsa, artık yalnız değiliz ve kazanacağız.
Hazırlıklar başlasın çünkü kazanacağız ve çok kalabalık yalnızlarız.
Kazanacağız çünkü devrim başıbozukluk ister.
Efesli Herakleitos bile devrimle değişir.
Zafer çelengini ben örerim mersin yapraklarından.
Balkanlar‘dan Himalayalar‘a kadar uzanan 15 yaşında bir İskender olurum.
Sen yeter ki beni de sevme.
Ben seni sevmeler diktasını ilân ederim.
Diktatörlük günlerinde, git okulunu falan as örneğin. Okulun yoksa da işinden istifa et.
İşin de yoksa bu durumu sanata dök; işin sanatın olsun, seni sevmek de benim sanatım.
Yorulursan, ayaklarına ben yaparım en güzel masajları. Merak etme; parasız da kalmayız; parasız kalacaksak da aç kalmayız; denizlerin balıkları ve ormanların meyveleri halen canlı ve leziz.
Plajlar halen yatılabilecek ve cırcır böcekleriyle panik ataklar yaşayabileceğimiz kadar  geniş.
Ben seni böyle de severim ve panlar, kendi çıkardıkları sirinks seslerinden panik içinde kaçışır.
Ağustos böcekleri, cırcır böcekleri ve çekirgeler, kendi çıkardıkları cır sesinden uçuşur.
Ateş böcekleri üçer beşer deniz fenerine dönüşür.
Biz o aralar hiç oralı olmayız. 
Bakarsın, bir yerlerden bir lir sesi duyulur.
Ben ne zaman bir lir sesi duysam, durur dinlerim.
Ben ne zaman bir şeyi durup da dinlesem, ona aşık olurum.
Parmaklarım hem liri, hem de seni sever.
“Git, bir işe yara” diyenlerden de olamam.
“Git, bir şişe şarap aç” derim; daha iyi. Sen beni sevmesen de olur, çünkü benim için güzel olan, “salt fonksiyonel olmayan“dır.
Benim için güzel olan, “yüzde elli tahmin edilebilir ama yüzde elli öngörülemeyen olan“ın adıdır.
Şaraplık üzümün bile güzel tanesi, mücadeleyi sevenidir. Azıcık güneş görmek için, en soğuk iklimde bile kendisini hırpalayanıdır.
Benim için güzel ol; bir fırtınanın başlatıcısı bir kelebek. 
Ben süt beyaz omuzlarının üzerine ‘cupidon‘lar bile kondururum.
Uğruna daktiller dökerim, sen bir işe yaramasan da olur.
Çünkü sevgide işlevsellik yoktur ve benim işim güzeli sevmektir.
Aşkta Hitler, sokakta Shakespeare, yatakta Hector‘um.
Senin için beş para etmesem de olur, çünkü seni seviyorum. 
Sühan kütâh bâyed vesselâm: ”Ben de seni” deme; bana aniden bir şeyler söyle.

28 Mart 2013 Perşembe

Yosun yeşili çocuk...



Uzun zaman oldu…                                                                        

         Belki bi kaçış belki de istemsiz ama kasıtlı olarak yapılan bir şeydi benimkisi. Biraz korku, biraz hüzün, biraz da ihmaldi beni bunca zaman kâğıtla buluşmaktan ala koyan. Ama buradayım işte hem de senin için.
         Aslında nerden başlamalı neler anlatmalı bilmiyorum hangi ipin ucundan tutsam sünecek gibi geliyor sonrası bir hiçlik. Bilmiyorum, emin değilim eskisi kadar güzel hikâyeler yazabiliyor muyum ama bu yazı senin için. Bir yılı aşkın süredir hiçbir şey yazmayış orucumun, senin için tozunu üflemeye karar verdim. Umarım burada yazılan her şeyin senin ve adına sevgi denen tarifsiz duygunun tanımına olur.               
                                                                                                                            
         “yalnızlığım yollarıma pusu kurmuş beklemekte, acılar gözlerini dikmiş üstüme nöbette…” dilimde acı ve eskilerden kalmış bir şarkının sözleri. Ellerim cebimde yan taraftaki göz alıcı manzaraya aldırmadan yürüyordum. Ne olmuştu da hayat böyle ters dönmüştü, sevmeler neden yerini yalnızlığa bırakmıştı? İşte tüm bu sorular kafamın içinde umarsızca dolanırken şarkının başka bi sözü dilimin ucundan kayıyordu “ alışır her insan alışır zamanla kırılıp incinmeye çünkü olan yıkılıp yıkılıp yeniden ayağa kalkmak” ve dokunulmazdır çocukken ağlamalara her insan. Çocuk olabilsek dedim o an ve sadece giden bi misafirin arkasından ağlamak, oyuncağını başka biriyle paylaşmamak ve sadece yere düşen ufak bi horozlu şeker için ağlamak. Bunlar değil miydi çocukluk, oyunlar oynamak sokaktan çerçöp toplayıp bi ev kurmak, akşam ezanı ile toplanan ne varsa sokakta bırakıp öylece eve girmek, bütün sokak kokusundan arınmak. Buydu çocukluk ve aslolan sokakta hayat kurmaktı. Kimin tarafından açıldığını dahi bilmediğimiz bir sakız kâğıdına taş sarmaktır ve kenarı kırık yoğurt kapağına özenle koymaktır şekerleri, şakacıktan akşam gelecek misafirlere vermek için. Erkekler baba olurlar ve biz kızlar hep
onlara “hadi siz şimdi işe gidiyorsunuz tamam mı” diyerek onları uğurlardık. Sonra komşuculuk oynardık; hoş geldin komşu derdik olmayan kapıyı nezaketle açarken. Komşu oturup da çay ikram edince eğer oyuncak toplarken sokaktan en iyi plastik ayran kutusu senin önüne gelmişse onun gözlerindeki kıskançlığı görürdün hemen ya da sen misafirliğe gidince aynı hisleri paylaşırdın. Sonra akşam olmaya yakın misafir gider sen büyük bi telaş içinde kocana yemek hazırlamaya başlarsın. Özenle topladığın çimler hem salata olur hem çorba. Ana fikri budur bütün evciliklerin ve üstün başın toz olmadan gelirsen annen bile garip gözlerle bakar ve günlük fırçanı yersin temizde gelsen kirli de. Ve kavgalar olur bide hep iki kişi daha iyi anlaşır üçüncü gelince tartışılır  “küstüm işte şey, ama şey sen hep onunla oynuyorsun” büyük darbe yemiştir şimdi arkadaşlığınız. Herkes kendine düşen tas, tabak, parlak şeker kâğıtları ve evden yürütülen bi kaç eski şeyle yoluna gider. İşte bitmiştir her şey ta ki ertesi güne kadar. Bu ceza çok uzundur ve bir ömre bedeldir bi çocuk için.  
        İşte bunlardır çocukluğunu unutulmaz yapan şeyler. Şimdi düşünüyorum da keşke daha çok sokaktan çerçöp toplasaymışım, daha çok üstümü batırsaymışım ve diğer çocuklar gibi olmaya çalışsaymışım. Sana bu oyunları yazıyorum ama ne kadar oynadım ya da ne kadar hakkını verdim bilemiyorum. Çünkü diğer çocukların aksine üstümü kirletmedim ve benim annem bana bunun için kızdı; hatta aşağı benimle indi nasıl çamur oynamam gerektiğini kendi ellerindeki çamurla gösterdi. Ben gidilen akraba ziyaretlerinden hep bana ayrı tabak koymuyorlar ve çocuklarla oturtuyorlar diye kaçtım. Bana da özenle dantelle işlenmiş peçetelerden ne zaman verecekler diye baktım. Hep vitrinin sol üst köşesine özenle dizilmiş bir sürü bebeğim vardı. Ve onların bana bakışlarını seyrederdim. Hiç bi zaman diğer arkadaşlarım gibi olamadım. O zaman en yakın arkadaşımın bebeği hep bana daha cazip gelirdi ve bebeklerimizi değiştirmeyi hep teklif eden ben olurdum. Onun bebeğinin adi bir plastiği vardı benimkiler o zaman yeni çıkan hani şu elleri kolları bükülebilen et bebeklerdendi. Ama ne vardı biliyor musun onun eli beli bükülmez bebeği ile bütün oyunları oynayabiliyordum. Rahat ve huzurlu hissediyordum.
       Neler olduğunu zamanın seni büyümek ve olgunlaşmak adlı kavramlara soktuğunda anlıyorsun aslında çocukluğun özel bi emanet gibi süslü kutularda değil de çamurlu bi ayakkabı kutusunda saklanması gerektiğini. İyi kullanılmış ve eskitilmiş bi çocukluktan daha değerlisi yokmuş. Vitrinde o ilk gün ki duran bebeklerimi düşününce canım acıyor şimdi. Keşke annemlerin benim kızım bebeklerini hiç kırmaz diye övündükleri çocukları olmak yerine onlarla istediğim oyunu oynayabilseydim. Ya da önüme şimdiki gibi süslü peçetelerin üstüne konmak için kocaman tabaklar yerine çocuklarla oturup üstümü başımı batırmanın zevkini yaşayabilseymişim. Keşke küçücükken bu kadar büyük olmasaymışım ya da hata yapmanın özrünü bi öpücükle affettirebilseymişim ya da insanlar çocukluğuma verebilseymiş…

Yosun yeşili çocuk, 
Bu hikâyeyi bu gece bitirmedim ki ne zaman sen böyle içindeki o yeşili soldurmaya kalkarsan benim hep hazırda bi hikâyem olsun diye. Ve çocuk sana evcilik oyunlarımızı yazdım. Aslında hayata nasıl da benziyor değil mi? Önce sokaktan eşya toplarsın, gerçek hayatta eşyalar alırsın onca paralar döküp. Evcilikte sokağın en güzel yerini kapmaya çalışırsın ev kurmak için; gerçek hayatta bir ev için bir ömür çalışıp çabalarsın. İşte aslında evcilik oyunu masum çocukların hayat provalarıdır. Ve sen benim yüreğimi, senin yeşiline katıp yaprak dökmeyen ağaçlardan bir orman kurduysan içini sıkıp da onu solduramazsın. Yüreğindeki sevgiyi ve sana her baktığımda mutluluğunda, yeşilinde binlerce tonunu gördüğüm o güzel ormanı bi ömür boyu yüreğinde taşı olur mu? 
Benimle bütün kirliliklerden uzak bir ömür boyu sürecek evcilik oynar mısın?
Yüreğindeki o yeşilin hiç solmaması dileğiyle…

                                                                                                                      2013-Mart

27 Mart 2013 Çarşamba


Hak Aranmaz , Sadece Gerekenlere Hakkın İkramı Bir Borçtur.

Haksızlığın olduğu yerde isyan meşrudur. Irk, dil, din savaşı deniyor isyancının sebebi ifadesine... Hiç biri değil savaşın gerçeği; yoksulluk ve zenginlik sadece... 

Çok mu isyankarım, çok mu lakırdıyorum? Çünkü bende o yoksul kesimden yolculuğuma başladım... Şanslıydım -biraz katıp katıştırdım yaşadığımca, -biraz büyük bir şehirde şansımı yakalayabildim. Ve birazlarım gittikçe çoğaldı... -Biraz... biraz... Ve bu birazlar her gün istediğimi yiyebilme şansını bana hala tanıyor maalesef... Evet maalesef... Etraf "bana bu kadarı yeter" diyebilecek güçlü insanlarla doluyken, şans onların da hakkı değil midir? Yüksek mütevazilik aşırı egodan doğarmış, bence asıl yap-a-madıklarınızın nüktesidir "bana bu kadar yeter"dir. 

Masaya gelen yemek bolluğu mutlu olmak yerine rahatsız eder  ve dibi de olsa dökülen salata-yemek, tabakta bırakılan son yudumlar ... Sonuna kadar sıyırıyorum hala son lokmayı... Peynir tabağında sona kalan kırıntılarla yumurta yapmaya bayılıyorum. Salça tenekesinde kalan sonu sulandırıp yine yemeğe döküyorum. Masada ne varsa bitirme telaşına giriyorum hep çocukluktan kalanla -ya kalmazsa- ya da -ya kalır ve onları çöpe atarlarsa diye-... 

Çok mu telaşlıyım? Her şey yolunda diyorlar fakat ben ikna olamıyorum. Bir çoğunluğa ihtiyacım var, ikna olabileceğim... "Çocuklar, sakatlar ve tüm insanlar yaşamaları gereken hayattalar ve mutlular"a inanabilmeliyim ... Ve yüksek şansı edinmiş, bunu göstermekten çekinmeyen -hatta bunu kimlik boyutuna getiren- kesimin Osmanlı Bıyıkları kadar cesur -aradıkları pırlantalar kadar ışıl ışıl yürekleri olduğuna biri inandırsın lütfen beni.